24 Kasım 2022

MUHTARA HABER SALDIM

 


   1990'lı yılların ilk yarısı. Anadolu Köylerinde bir sessizlik. Öyle bir sessizlik ki tavuk kestirecek delikanlı bulunamıyor. Gençler geçim derdi, çocukların eğitimi gibi sebeplerle köylerini terk edip şehirlere yerleşmişler.

    Eski devirlerde olduğu gibi sokak aralarında çocuk cıvıltıları, çeşme başlarında su dolduran genç kızların muhabbetleri ve akşam olunca köye dönüş yapan küçükbaş ve büyükbaş hayvanlarının uğultuları ve çobanların ıslıkları sanki hiç yaşanmamış gibi.

    Yaşlılar ihtiyarlar ve şehirden bir beklentileri olmayanlar mecburen “Gönüllü Köy Bekçiliği” yapmaktadırlar. “Gönüllü Köy Bekçiliği” nereye kadar? Gözler hep köyün ırak yollarını gözlemekte. Yolun başında bir toz veya herhangi bir belirti olduğunda tüm gözler, evlerin o küçücük pencerelerinden sanki yerlerinden fırlayacakmış gibi hareket halindeki nesneye kilitlenmekte.

    Yaşlı bir dedemiz de “ahır boş kalmasın, sütünden yoğurdundan faydalanırız, torun torba gelince onlar da faydalanır, çocuklarım acı ayranı özlemişlerdir” diyerek uzun süredir boş kalan ahırında inek beslemeye başlar. Zamanında koskocaman ahırlara, avlulara sığmayan hayvanlara alışık olan dedemize bir tane inek beslemek oyuncak gibi gelir. Neyse yaşı ve sıhhati izin vermese de eskiye özlem, torun torba için bu oyuna katlanmak, sessizliğin hakim olduğu köyde mutlu etmektedir onu. Derken “Kınalı Kuzusu” bir yavru verir dedemize. Sanki şehirdeki yıllardır görmediği, kokusunu bilemediği torunu gelmiştir. Öper, koklar, bağrına basar. Soğuk kış geceleri üşümesin diye ahırdan alıp sıcak sobanın kıyısına, yatağının kenarına getirir. Artık o bir buzağı değil, şehirdeki torunlarından bir tanesidir. “Üşümüşsündür, açıkmışsındır” diyerek şefkatle sevmektedir. Sırtını sıvazlarken kokusunu bile alamadığı torununun sarı saçlarını okşar gibidir.

    Artık bahar gelmiş, tabiat rengarenk gelinliğini giymiştir. Sessizlikten başka meziyeti olmayan köye huzur ve bereket getirmek istercesine ihtiyar pir-i fanileri selamlamaktadır. Ahırdaki misafirlerini, arkadaşlarını, hatta torunum diye sevdiği “benekliyi” annesiyle beraber kırlara çıkarır. İlk defa güneş gören, rüzgarı, güneşin sıcaklığını hisseden “benekli” şaşkındır. Bir o yana bir bu yana zıplayıp durur. Zıplama esnasında annesi “kınalı kuzuya” zarar verir ve onun çakıl duvarından aşağıya düşmesine sebep olur. Annesi aşağıda, kendisi yukarıda. Annesinin acıdan kıvranması, yavrusunun annesinden ayrı kalması ovaları, dağları inletmektedir. “Kınalı Kuzunun” ön ayak bileği kırılmıştır. Hem nasıl bir kırılma. Sanki bir tarağın dişleri misali kırılan kemikler deriden dışarıya çıkmıştır. Tedavisi mümkün olamayan bir kırık. İğne iğne kırık. Bir kutu toplu iğneden yumak yapmış gibi.

    İhtiyar Dedemiz üzgün. Çaresiz. Yüreğinde hisseder hayvanın acısını. Lakin elinden ne gelir. Şimdi ne yapsın? Neylesin? Nasıl bir çare bulsun. Yapacağı tek şey, köyünün eli tutan, onlardan biraz daha genç muhtara haber vermektir.

    Oradan geçen diğer ihtiyar amca olayı gördükten sonra “şimdi ne yapacaksın veya ne yapabiliriz”der.

    İhtiyar Dede yarım saatlik mesafeli köydeki muhtarı kastederek şöyle cevap verir:

    -Aşağı Köydeki muhtara haber saldım.


Mehmet İNCİ 

Pendik/İstanbul

 09/Eylül/2016

Uzay Çağı Öyküleri 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder