On yedi senelik Koruma ve Güvenlik Memuriyetimin nihayetinde ülkemizin ortalama emeklilik yaşına ramak kala -kırkbeş yaşımda- masa başı olarak tabir edilen ofis memurluğuna terfi etmiştim. Geçen bu on yedi senelik zaman zarfında önce açıktan iki yıllık Halkla İlişkiler ve Tanıtım Ön Lisansı ve ardından da dikey geçiş ile yine açıktan lisans tamamlama şekliyle Kamu Yönetimini okumuş ve bir kısım iş arkadaşlarım gibi dört yıllık fakülte mezunu mertebesine ulaşmıştım.
Benim gibi bu vasıfta olan yüz kadar eski ve şu an yeni mesai arkadaşlarımızın tayinleri ikametimize yakın şube müdürlüklerine çıkmıştı. Yeni bir iş, yeni bir ortam ve taze bir heyecanla tayin edildiğimiz müdürlüklere iş başı yapmıştık. Bir önceki iş kolu ile yeni ortamımız arasında dünyalar kadar fark vardı. Her şeye rağmen bulunduğum ortamı, ofisi, iş kolunu ve servis arkadaşlarımızı o kadar sevmiştim ki, sanki yıllar öncesinden tanışıyor gibiydik. Sağ olsunlar onlar da bizleri sevmişler, kendilerine kardeş bellemişlerdi. Özellikle içlerinden bir kardeşime kanım kaynamış, iyi ki bu şubeye, bu ofise gelmişim, o kardeşimle aynı ortamda çalışıyorum diye kendimi mutlu ve huzurlu hissediyordum. İlk önce fotokopi çekerek başlamıştım işe. Çok sevdiğim ofis arkadaşım yaşça benden küçük olduğundan “abi sana ayıp oluyor, bu işleri ben yaparım, sen sadece beni izlemede kal” diyerek bana karşı mahcup olduğunu ifade etmeye çalışıyordu. Kendisine “burada yaş farkı yok. Sen ustasın, ben ise çırak. Söyle bana. Ne yapılacaksa ben yaparım. Hem bizler buraya çalışmaya geldik.” diye ifadem sonrası sevincini gizleyemiyordu.
Çalışma ortamına yeni yeni alışmaya başladığım günlerden bir gün, frekanslarımızın uyuştuğu ve birbirimizi karşılıksız sevdiğimiz arkadaşımızın dedesinin vefat haberi geldi. Cenazeye katılmak için izin alan arkadaşım memleketine gitmişti. Henüz bilgisayara ve iş yerinde kullanılan programlara tam olarak vakıf değildim. Yaşlı bir dede geldi. Masanın ardında oturan ben denizi gördü ve işte benim işimi çözse çözse bu memur çözer mantığıyla öndeki misafir koltuğuna oturdu. Sorunlarını anlatmaya başladı. Yaşlı dedeye bu gün git, yarın gel diyemedim. Belki bir şeyler yapabilir diye elindeki evrakları aldım ve bilgisayardaki İdaremizin programları arasında dolaşmaya başladım. Bu konuya hakimim ve sorunu çözerim diye düşünüyordum. Program içerisinde ilerlerken sistem hata verdi ve ilerlemeyi durdurdu. Ne yapmalıyım? Yaşlı dede ise elinde bastonu olduğu halde o kalın kara kaşlarını çatmış, tüm haşmet ve azametiyle gözlerini bana dikmişti. İçten içe terlemeye, yüzüm kızarmaya ve ellerim titremeye başlamıştı. Cenazesini defnetmekte olan ekip arkadaşımı aramalı mıydım? Zaten giderken, “abi ne olursa olsun, mutlaka beni ara. Sakın aramaya çekinme” demişti. Bu samimi ve yürekten ifadesine sığınarak cenaze törenindeki ekip arkadaşımı aradım ve hadiseyi anlattım. Hemen işlemin özetini kavradı. Dedesinin mezarına toprak attığı küreğe dayanıp dinlenme durumuna geçerek “bilgisayar imleci nerede” diye sordu. Program üzerindeki bilgisayar imlecinin olduğu yeri kendisine tarif edince öyle bir cümle kurdu ki, hayatım boyunca unutamayacağım sanırım.
-Abi. Entere fazla basmışsın. Biraz geri gel.
23/05/2025
Mehmet İNCİ
Uzay Çağı Öyküleri
Pendik/İstanbul